Montaigne, dostluğun kolları birbirimizi dünyanın bir ucundan bir ucuna kucaklayabilecek kadar uzundur, diyordu. Biz de dostluğu konu edinen farklı romanlara göz atmaya devam ediyoruz. Keyifli okumalar!
Demian-Emil Sinclair'in Gençliğinin Öyküsü (1919) / Hermann Hesse
"Bir başlangıçtı bu, kendime kavuşma özleminin gözlerini içimde açmasıydı."
Hermann Hesse; romanını, geçmişini hatırlayan bir kişinin gelişim sürecini anlatması şeklinde kurgular. Emil Sinclair adlı on yaşındaki bir çocuğun o yaşından başlayarak yıllar içindeki deneyimlerini, ailesinin değer yargılarından ve konfor alanından sıyrılışını, ergenlik ve gençlik yıllarını görürüz. Zaman içinde yaşamına, kişiliğinin oluşumuna katkıda bulunan pek çok insan girip çıkar.
Bir yandan hayranlık duyarken bir yandan da uzak kalmayı tercih ettiği Demian adlı dostu onun yaşamında derin bir iz bırakmıştır örneğin. Onun için en başta eleştirel bakmanın ve görünenin ötesine geçip hayata farklı açılardan bakabilmenin kapısını açmıştır. Roman boyunca Emil'in büyüme sancılarına ve gelişimine tanık oluruz. Bu süreçte ona acı veren deneyimler de yaşar. Bu bağlamda, akran zorbalığı romanda yoğun bir şekilde işlenen konular arasındadır. Emil Sinclair'in toplumda bağımsız bir birey olma sürecinde yaşadıklarına, kendi ayakları üzerinde duran ve kendi dünya görüşünü oluşturan biri haline gelme aşamalarına odaklanıldığından romanın bir "bildungsroman" özelliği taşıdığını söyleyebiliriz. Yani dostluk ilişkilerini vurgulamanın yanı sıra bir insanın büyüme ve birey haline gelme evrelerine odaklanan bir "oluşum romanı" özelliğine sahiptir.
Arkadaşlarım (1924) / Emmanuel Bove
"Yalnızlık ağır geliyor. Bir dostum olsun isterdim, gerçek bir dostum ya da kendisine dertlerimi açabileceğim bir sevgilim."
Emmanuel Bove'un romanı; 1. Dünya Savaşı'nda orduya katılmış, cephede savaşarak yaralanmış bir gaziye, Baton Victor'un hayatına odaklanıyor. Aynı zamanda birinci tekil şahsın ağzından yazılan romanlardan biri. Başkarakter Baton Victor, tam olarak güven vermeyen bir anlatıcı gibi gözüküyor çünkü tek yanlı bakış açısı ve insanlarla ilgili değerlendirmeleriyle kendi eylemleri arasındaki fark şaşırtıcı boyutlarda. Savaş sonrası Paris'teki yaşamı onun gözlerinden görüyoruz. Saint-Michel, Louvre gibi sembol mekanlar; Paris'in önde gelen caddeleri, kafeleri, dönemin bohem hayat tarzı ve buna karşıt bir çizgi oluşturan savaş sonrası yoksulluk ortamı da romanda kendine yer buluyor.
Arkadaşlarım'ın, diğer romanların aksine dostluğu yücelten bir roman olduğunu söylemek zor çünkü sosyalleşmekte sorunlar yaşayan Victor, hayatında sağlam dostluklara da sahip değil. İçinde bulunduğu yalnızlıktan ve yoksulluktan sıkça yakınmasına rağmen bu durumu değiştirmek adına bir eylemde de bulunmuyor. Bove'un amacı da ders vermek ya da bir tezi ortaya koymak değil kaldı ki. Yazar, savaş sonrası dönemde, modern yaşamın getirileri ve götürülerini, sağlam dostluklara sahip olamamanın etkilerini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
Küçük Prens (1943) / Antoine de Saint-Exupery
"Bir gezegen görmüştüm, kırmızı suratlı biri yaşıyordu orada. Bir kerecik olsun çiçek koklamamış, hiç yıldız görmemiş, hiç kimseyi sevmemiş."
Küçük Prens dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de çok okundu, çok sevildi. Büyüklerin dünyasına yöneltilen eleştirileri; saf ve temiz bir kalbin dünyayı anlama çabasını, sorumluluk duygusunu, hayallerine sahip çıkmayı, sevgiyi vurgulayan bu minik kitap insanların kalbinde her zaman hacminden fazla yer kapladı. Bu nedenle, muhtemelen herkesin bildiği bu kitabı dostluk konusunu işleyen eserleri tanıtırken es geçmek doğru olmazdı.
Küçük Prens'in kendi gezegeni olan Asteroid B-612'den diğer gezegenlere yaptığı yolculuklar sonucu öğrendikleri ona pek çok şey katar kuşkusuz. Aynı zamanda romanı okuyan kişileri de pek çok konuda düşündürür. Romanın yazıldığı yıllarda 2. Dünya Savaşı'nın tüm hızıyla devam ettiğini ve Exupery'nin faşizm karşıtı dünya görüşünü düşünürsek kitaptaki kimi sembolik ifadeleri daha iyi anlayabiliriz. Kötülük tohumları olarak geçen baobablar evrensel bir kötülüğü vurgularkan aynı zamanda dünyayı bir kaos ortamına çeviren nazizme yöneltilen bir eleştiri olarak da okunabilir örneğin.
Ayrıca kitapta bu gezegeni ilk kez 1909'da bir Türk gök bilimcisinin görmesinden ve cumhuriyet sonrası dönemdeki kılık kıyafet devriminden bahsedilmesi gibi ilginç noktalar da var. Antoine de Saint-Exupery, ününü bu kitapla duyurmuş olsa da Küçük Prens'in yanı sıra pek çok güzel yapıt ürettiğini ve Gece Uçuşu, Bir Rehineye Mektup başlıklı kitapları gibi bunların bir kısmının da Türkçeye çevrilmiş olduğunu hatırlamakta fayda var.
Delifişek (1969) ve Güneşi Uyandıralım (1974) / Jose Mauro de Vasconcelos
"Daha da büyük olan bir başkasından söz etmek istiyorum. Yüreğimizde doğan güneşten. Umutlarımızın güneşinden. Düşlerimizi de uyandırmak için göğsümüzde uyandırdığımız güneşten." -Güneşi Uyandıralım
"Derken içimi yine o sevinç kaplıyordu, o iyimserlik, o yaşama, sevme, yüzme isteği. Deniz. Güzelim deniz." -Delifişek
şeker Portakalı romanıyla bildiğimiz Vasconcelos, bu kitabının ardından Zeze'nin ergenlik dönemini anlatan Delifişek kitabını kaleme alır. Fakat aradaki geçiş yıllarını da anlatmayı istemiş olmalı ki yıllar sonra Zeze'nin çocukluğuyla ergenlik yılları arasındaki döneme de Güneşi Uyandıralım'da yer verir. Bu nedenle basım tarihlerindeki kronolojiyi takip etmektense üç kitaplık bu serinin ikinci kitabından bahsederek başlamak daha mantıklı gözüküyor.
şeker Portakalı'nda Zeze'nin en iyi arkadaşı olan Minguinho adlı şeker portakalı fidanının yerini Güneşi Uyandıralım'da göğüs kafesine yerleşip yüreğine oturan kurbağa alır. Zeze'ye birçok konuda yol göstermenin, ona en zor zamanlarında destek olmanın yanında gelişim sürecinde en yakın dostu haline gelir. Bir önceki romanda olduğu gibi Zeze'nin kırılgan dünyasını bu kez büyüme sancıları içinde izleriz. Destek bulamayışını, dışlanmasını, hayallerini yine onun sesinden işitiriz.
Delifişek'te de serinin diğer kitaplarında olduğu gibi Zeze, çevresince yeterince anlaşılamaz ve yer yer hor görülür. √É≈ìç romanda da anlatıcı olarak doğrudan başkarakterin seçilmesi okuyucuların kendilerini karakterle özdeşleştirme imkanını artırır fakat serinin bu son kitabında Zeze'nin ileri bir yaşının anlatılmasına rağmen kitapta hala çocuksu bir üslubun olduğunu görmek mümkün. Bunun da bazen gerçekliği zedelediğini söyleyebiliriz.
Zeze, bir yandan karakterini oturtmaya çalışırken bir yandan da hayatında ilk kez aşık olur, Silvia'ya tutkuyla bağlanır. Fakat toplumsal değer yargılarının etkisiyle babasının karşı çıkışı sonucu ayrılmak zorunda kalırlar. Yine de Zeze'nin yüzme, yaşama, yeni şeyler keşfetme, deniz tutkusu onu yaşamında önemli değişiklikler yapmaya ve kararlar almaya iter. Roman artık yalnızca ailesinin sözünden çıkmayarak hareket etmektense kendi hayatına dair kimi kararlar alma çabası ve babasının bu noktada ona destek vermesiyle noktalanır.