Psikolog Bruma Zeigarnik, Viyana'da kalabalık bir restoranda otururken garsonların henüz hesabı ödenmemiş masalarla ilgili daha çok bilgiye sahip olduklarını, hesabı ödenmiş masalar hakkında ise çok da fazla detay hatırlamadıklarını fark eder. Gözlemlediği bu durum üzerinden çalışmalar yürüten Zeigarnik, yetişkinlerin henüz tamamlanmamış işleri tamamladıkları işlere kıyasla %90 daha iyi hatırladıklarını bulur. Yarım kalanların, tamamlanan işlere kıyasla hafızamızda daha çok yer etmesi Zeigarnik etkisi olarak adlandırılıyor ve günümüzde bu etki bazı alanlarda bilinçli bir şekilde kullanılıyor. Örneğin, fragmanlardan filme dair can alıcı kısımlar çıkarılıyor ki tamamını izleme isteğimiz bizi bilet almaya yönlendirsin. Peki bu etkinin romantik ilişkilerimizle bir ilgisi var mı? Zeigarnik etkisi aslında ayrılıkların neden zor olduğunu açıklamakta oldukça yardımcı oluyor. Örneğin, geleceğe dönük planlar (aynı eve taşınmak, evlenmek vs.) hakkında sık sık konuşulan ilişkilerde, ayrılıktan sonra yarım kalan bu hayalleri tamamlama isteğinin olması ve bu sebeple de ayrılığın terk edilen tarafı zorlaması oldukça doğaldır. İnsanlar doğaları gereği psikolojik kapanışı yapabilmek için nedenleri aramaya ve bu sayede son bir kez vedalaşmaya ihtiyaç duyar; bulduğu nedenlerle bir nevi hüznüne bir anlam kazandırır.
Yarım kalmışlık, tamamlanamayanın hüznünü içerse de, yaşanmış olanların güzelliğini de içinde barındırmaya devam ediyor. Bu yazımızda yarım kalmış aşkların Türkçe haline kapı aralıyoruz. Rüştünü zamanı yenerek ispat etmiş veya yazılalı çok uzun zaman olmasa bile günden güne değerini artıran eserleri konu ediniyoruz. Yazımızda geçen eserlerin en güzel yanı, aşkın en yoğun hissedildiği zamanların da ustaca anlatılmış olması. Çünkü dilimizdeki aşka dair en yetkin anlatılardan habersizsek, eksiğiz demektir.
Kürk Mantolu Madonna (1940-1941) / Sabahattin Ali
"Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu (varlığı) birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi?" (YKY'de s.86)
Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin tüm yapıtları düşünüldüğünde içlerindeki en farklı eser. Burada "toplumcu gerçekçi yazar" etiketinin dışına çıkılan, duyguların ağır bastığı, mesaj kaygısı içermeyen bir eser söz konusu. Bu roman - ya da yazarın kendi deyimiyle uzun hikaye (novella) - kurgusuyla da sıra dışı. Gömülü öykü dediğimiz anlatı, içinde başka bir öykü şeklindeki kurgusu ile bizi kolayca içine çekiyor. Alelade, renksiz ve rutin bir yaşam süren Almanca tercümanı Raif Efendi'nin aslında hiç de göründüğü gibi tekdüze bir yaşamı olmadığını, okuyucular olarak sayfalar arasında ilerledikçe doğrudan kendi günlüğünden öğreniyoruz.
Bizi yıllar öncesine götüren, 1933 yılına ait siyah kaplı defter; Raif Efendi'nin "Kürk Mantolu Madonna" olarak da anılan Maria'yla yaşadıklarını anlatır. Raif Efendi, çocukluğundan itibaren babasının yer yer kitap okumasını engelleme girişimlerine rağmen kitaplara tutkuyla bağlı, yazarlarla yaşayan, mahcup tabiatlı biridir. Bu noktada bir parantez açalım: Halit Ziya Uşaklıgil'in anılarından da benzer bir tutuma karşı mücadele etmek zorunda kaldığını öğreniyoruz. Neyse ki pek çok edebiyatçı pes etmek yerine bu karşıt tutuma karşı bilenmiş.
Başkarakterimiz, önünden geçerken uğradığı sergide bir tabloya tutulur. Günlerce sergiye tekrar tekrar gelir; nihayetinde başında saatlerce durduğu, hayran olduğu bu portredeki kadınla burada tanışır. Kendi portresini yapan Maria'ya, bu adın verilmesinin iki nedeni vardır: Maria Puder, kendini resmettiği tabloda kürk bir manto giyer. Ayrıca bu portre, Andrea del Sarto'nun "Madonna delle Arpie" adlı meşhur tablosundaki Meryem Ana figürüne benzer.
Maria Puder'in gizemli kişiliği ve güzelliği Raif Efendi'yi derinden etkiler. Böylece efsaneleşecek bir aşkın tohumu atılır. Maria; ona bir kalp taşıdığını hissettirir, yaşamındaki boşluk duygusunu ortadan kaldırır, onun hayatını anlamlı kılar. İşte Raif Efendi'yi ve okuyucular olarak bizleri alıp başka diyarlara götüren romanın çekirdeğini bu aşk oluşturur.
Başlangıçta aşka inanmayan, insanlara güvenmeyen Maria, sevginin gücüyle dönüşür. Hayatlarını birbirleriyle paylaşmaya başlarlar. Raif Efendi, Maria'nın ağır hastalığının en buhranlı günlerinde onun tutunacak tek dalı olur. Memleketinden aldığı acı haber üzerine Berlin'den ayrılırken Maria da annesinin yanına, kır evine gitmeye karar verir. Tekrar buluşmak üzere ayrılırlar. Beklenmedik olaylar ve sonu pişmanlığa varan yanlış kanılar, romanın devamını şekillendirir.
Huzur (1948) / Ahmet Hamdi Tanpınar
"-Niçin bugünü yaşamıyorsun Mümtaz? Neden ya mazidesin, ya istikbaldesin. Bu saat de var. Mümtaz'ın bu saatin mevcudiyetini inkara hiç niyeti yoktu.
Onu Nuran'ın yüzünde ve muhayyilesinde, onun yeryüzündeki eşi haline gelen Boğaz'ın gecesinde ayrı ayrı yaşıyordu. şimdi de genç kadının çok tatlı sarhoşluğu Boğaz gecesiyle birleşiyordu." (s.191)
Başkarakterimiz Mümtaz, Nuran'a ne kadar aşıksa İstanbul'a da o kadar aşıktır. Eser boyunca bu iki aşkın birbirleriyle bütünleştiğini, benzetmelerin bile birbirleri üzerinden yapıldığını görürüz. Başrolde mavi suları, huzur veren tabiatı, vapurları, ışıkları ve yüzyılları kapsayan kültürüyle insanın başını döndüren, masalsı bir İstanbul vardır. Çamlıca, Kandilli, Haliç, Beykoz, Eminönü, Üsküdar, Prens Adaları, dört mevsimiyle Boğaz büyülü bir şekilde tasvir edilir. Aynı zamanda romanın temelini oluşturan Mümtaz ve Nuran'ın aşkı, ulaşılması çok güç bir ustalıkla dile getirilir. İşte bu nedenle, çok zor beğenen önemli eleştirmenlerimizden Fethi Naci, Huzur'la ilgili eleştiri yazısına "Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı." cümlesiyle başlar.
Mümtaz'ın bir yaz günü vapurda tanıştığı Nuran'a karşı hisleri günden güne büyür. Fakat Nuran genç yaşına rağmen, ayrıldığı eşinden bir çocuk sahibidir. Toplumun değer yargıları ve hayatın sırtına yüklediği sorumluluklar onu özgür hareket etmekten alıkoyar. Mümtaz'a karşı hislerini kabul edip aşkına karşılık verse bile oyunbozan karakter Suat'ın yaşattığı yıkım sonrasında bu aşkı devam ettirmenin doğru olup olmadığını sorgular. 2. Dünya Savaşı'nın ayak sesleri, Mümtaz'ın babası yerine koyduğu İhsan'ın ağırlaşan hastalığı ve Nuran'ın tutumu olayların gidişatını değiştirir.
Türk edebiyatında bireyin yeterince derinlemesine ele alınmadığından dem vuran Oğuz Atay gibi pek çok yazarımız bu eksikliğe değinir. Huzur, özellikle yazıldığı dönem içinde bireylerin psikolojik tahlillerine yer verişiyle de ayrı bir yerde duruyor. Tanpınar da ferdin cemiyetten ayrı şekilde, psikolojik yanlarıyla, özgün kişiliğiyle anlatılmasının öneminin farkındadır. Hem romanındaki karakterlere bu düşünceyi söyleterek hem de doğrudan anlatım tekniğiyle bunu uygular.Tanpınar, aşk-İstanbul-bireyin iç dünyası dışında, yaşamı boyunca kendine dert edindiği meselelere bu yapıtında da yer verir; Doğu-Batı sorunsalını, geçmiş-bugün kopukluğunu vurgular. Ona göre, doğunun ve batının felsefesini, geçmişi ve bugünü; yarının gerekliliklerini içine alacak şekilde sentezlemek gereklidir. Kısacası Huzur'u okumak için pek çok neden vardır; çünkü roman, başrolü aşka vermesine rağmen hayata ilişkin pek çok meseleyi de içerir.